31 Aralık 2011 Cumartesi

Kakushi Ken Oni No Tsume

Japon Sinemasının pek sevilen yeni nesil korku filmleriyle örülü bataklığından silkinip eski ihtişamlı günlerine geri döndüğünü muştulayan, Yoji Yamada'nın batı dünyasında Hidden Blade olarak bilinen bu filmi,  The Twilight Samurai  ( Tasogare Seibei) ile başlayan bir üçlemenin ikinci filmi oluyor. Yoji Yamada  üçlemenin diğer iki filmindeki gibi alt sınıf samuraylar ve çiftçilere fazlasıyla hakettikleri değeri yükleyip, üst sınıf samuraylara her türlü ahlaksızlık ve çürümüşlüğü yakıştırırıyor. İşin ilginç yanı Yamada'nın da  fazlası ile etkilendiği  1950 ve 1960'lı yıllarda yapılan Japon filmlerinde dikkatimizi çeken, kadınlara az değer verilmesi, hikayelerde samuray kahramanların aşk yerine onuru tercih etme kuralı Yoji Yamada tarafından tam anlamı ile ters yüz ediliyor. Üçlemenin tüm filmlerinde 'aşk' başrolde. Serinin diğer iki filminde olduğu gibi bu filmde de kahramanımızın kendine özgü , diğer samurayların bilmediği bir tekniği var ve diğer filmlerde olduğu gibi  filmin sonunda bu tekniği bizler de görüyoruz. Filme de ismini veren Hidden Blade tekniği benim önceden japon filmlerinde rastlamadığım  ilginç bir teknik. Neyse  filmi daha çok anlatmadan doğrudan izlemenizi  tavsiye etsem daha iyi olacak.



Daha çok anlatmayayım dedim ama elimde değil. Biliyorum, spoiler veriyorsun diye bana kızacaksınız ama söylemezsem çatlarım.  Katagiri' nin usta Toda'dan , Hazama ile dövüşmeden bir gün önce öğrendiği kendini geri çekerek ve rakibi ile göz temasını keserek dövüşme tekniği(yukarıda bahsi geçen gizli teknik değil bu korkmayın),  Tatsuya Nakadai'nin harikalar yarattığı, benim pek sevdiğim, hatta şu an bloğun arka plan resminde bir sahnesini gördüğünüz   Dai Bosatsu Toge  filmine Yoji Yamada`nın selamı niteliğinde. Aynı Dai Bosatsu Toge deki gibi kılıç aşağı doğru indirilir ve sürekli geri çekilerek rakip kızdırılır, herşeyden vazgeçtiğinizi sanan rakip saldırınca ölümcül vuruş gerçekleştirilir.



Tamam tamam daha fazla spoiler vermeyeceğim kızmayın. Siz siz olun Trailer'ı izledikten sonra ilk iş bu filmi edinip seyredin.


Japon filmleri iyidir


Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

30 Aralık 2011 Cuma

Her vatandaş sansürü tadacaktır

Gazetecilerin, gazeteci, öğrencilerin, öğrenci olduğu için hapse atıldığı, insanların kaçakçı oldukları için hava saldırısı ile öldürüldüğü bu bataklıkta gün geçmiyor ki yeni bir ileri demokrasi uygulaması ile karşılaşmayalım.

Son sansür dalgası, bloğun sağ tarafındaki takip edilecek bloglar listesine özenle eklediğim ve takip etmekten büyük zevk aldığım Öteki Sinema'yı vurdu.  Öteki Sinema özellikle B tipi filmlere merakı olanların iyi bildiği bir site. Konuya hakim 14 güzel insanın, "x filmini çok beğendim, süper çekmiş yönetmen, kesin gidin yoksa hatırım kalır" türü alışıldık film incelemelerinin oldukça dışında, özenli, bilgilendirici incelemeler yaptıkları bir site. Mesela ben de film tanıtımı yapıyorum bloğumda ama görüleceği üzere  bu arkadaşlar gibi değil. Benimkiler anca "süper filmiş kesin gidin" şeklinde oluyor.

Öteki Sinema ekibi sitelerinde yayınlanan bir yazı yüzünden BTK TİB  tarafından uyarıldılar. Srpski Film yani A Serbian Film'i duymuşsunuzdur. İşte bahsi geçen yazı o film hakkında bir inceleme yazısıydı. Tamam belki hepimiz sinema filmlerinin bazı sahnelerinin sansürlenmesine hatta bununla yetinilmeyip gösterimlerin yasaklanmasına bir şekilde alışığız. Buna alışmak ne menem bir şeyse artık! Ama görülüyor ki  bu ülkede sinema filmlerini sansürlemek artık birilerine yetmiyor ki bir sinema filmi hakkında yazılan bir inceleme yazısı bile sansür konusu olabiliyor. Hatırlıyorum da 90'lı yılların başında yılbaşı gecesinde saat 12'yi vurduğunda üstsüz dansöz çıkartan TV kanalları vardı bu ülkede. Şimdi ise televizyonda bırakın üstsüz dansözü, bırakın kan, şiddet görüntülerini, öpüşme sahneleri bile sansürleniyor. Ve ne yazık ki biz buna alıştık.


Şimdi aynı tehlike hem internet hem de yazılı basın üzerinde geziniyor. Haber yazdığı için gazeteciler hapse atılıyor, bunun sonu artık gazetecilerin haber üretmemesi, iktidarın sesi olmasıdır. Nitekim daha dün köylülere karşı yapılan hava saldırısının haberini veren haberciyi canlı yayında haber müdürü engellemedi mi? İnternet üzerinde ise Atatürk'e hakaret edildi gerekçesi ile video paylaşım sitelerinin engellenmesi ile başlayan, filtre tartışmaları ile taçlanan ve ekşi sözlük yazarlarına açılan davalar ile gelişen süreç artık sinema incelemelerini bile sansürlüyor.

Buna da alışmayalım!



Öteki Sinema'yı yalnız bırakmayalım!



Sansüre karşı sesimizi yükseltmenin zamanıdır


İşte birilerini rahatsız eden o pek tehlikeli inceleme tıklayınız






Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

26 Aralık 2011 Pazartesi

Seppuku

Tatsuya Nakadai`nin tanrılara yaraşır oyunculuğu ve  Toru Takemitsu`nun sarsıcı müzikleri ile taçlanan   bu Masaki Kobayashi filmini kesinlikle izleyin derim. Üstad Kobayashi 1967 yılında çekeceği Jôi-uchi Hairyô Tsuma Shimatsu  gibi bu filmde de samuray dünyasının üzerindeki kahramanlık örtüsünü kaldırıp alttaki feodal çöplüğü gösteriyor. Masaki Kobayashi  anlatacak hikayesi (işin ilginci shakespeare hikayesi değil bu hikayeler) olan ve bu hikayeyi dolandırmadan , birbirinin peşi sıra gelen ağır şamarlar ile anlatan bir yönetmen.


 
Masaki Kobayashi dışarıdan cezbedici görülen samuray yaşamının aslında ince işlenmiş örgütlü/bürokratik dişliler arasında sıkışmış insanların hikayesi olduğunu, bildiğimiz samuray imgesini alaşağı ederek gösteriyor. Filmin daha yazıları yazarken ilk 4 dakikada gördüğümüz boş savaşçı zırhı, ronin' in sarayın tüm görkemi ve boş koridorların ağırlığı karşısında boğulmuş hali ve bunların üzerine  Nora Inu`daki gibi kasvet dolu sıcaklar eklenince bu sıkışma ve çaresizlik halini tüm ruhunuzla  hissediyorsunuz. Spoiler batağına düşmemek için daha fazla uzatmayayım. Samuray dünyasının üzerindeki süslü yaldızları kaldırıp alttaki çürümüş tahtaya bakma fikri sizi heyecanlandırıyorsa, bu filmi ve ardından Jôi-uchi Hairyô Tsuma Shimatsu  adlı filmleri izleyip Masaki Kobayashi ile tanışın. Zaten bu filmleri seyrederseniz şeytan sizi  Kaneto Shindo, Kenji Mizoguchi , Yasujiro Ozu,  Kihachi Okamoto gibi yönetmenleri izlemeniz için dürtecektir.





Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

25 Aralık 2011 Pazar

Askerlik ve kölelik

"Askeri komuta'nın insafına kalmış güç, çoğunlukla mutlak yetkinin görkemli bir biçimde uygulanmasına dayanan bayağılık, her zaman bir asttan daha çok inanılan gerçeklik, küçük rütbeli subayları adamlarını uşaklarıymış gibi görmeye ve onları özel hizmetlerinde kullanmaya götürür; disiplinin savaş için koyduğu ast- üst ilişkisi ve bağımlılık, barış döneminde köle ruhu ilişkisine döner. Bir kışla aşağı yukarı bir efendiler ve uşaklar topluluğudur artık: askeri hayatın hiçbir çizgisi bundan daha feodal görünüşlü değildir. Garip bir toplumsal denkleştirme ve öç alma oyunu çıkar ortaya: sivil hayatta hiç bir önemi olmayan bir çavuş, genç bir avukata ya da maden mühendisine odasını süpürttürüp, kovasını boşalttırarak ezikliklerin güzelce öcünü alır."




Paul Nizan, Fesat sf.85 (Ö. İnce) Bilgi yayınevi 1975
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

17 Aralık 2011 Cumartesi

Arı Alerjisi


Pek sinsi bir alerjidir 40 sene mutlu mesut yaşayıp 41 yaşında bile arı zehirine karşı alerji geliştirmeniz mümkün. O yüzden dikkatli olmak lazım. Ama dert değil 1-2 kere şoka girdikten, hastanelerde yattıktan sonra seve seve bu alerjii ile birlikte yaşamayı öğreniyorsunuz. Bu hain arı milleti yüzünden senelerdir sırt çantamda şırınga ve kortizon taşıyorum. Tatile çıktığımda, yeni bir yere gittiğimde ilk iş olarak yeni tanıştığım insanlara eğer şoka girersem ne yapmaları gerektiğini anlatıyorum. 

Bu hain arı milleti kimin onların zehrine karşı alerjisi olduğunu hissediyor sanki ve sizi gördüklerinde tim halinde saldırıyorlar. Aralarında şöyle konuşmaların geçtiğine eminim; 

-Şu sakallı herif sanki alerjik gibi

-Evet, ben de öyle hissettim bir an

-Hadi sokup öldürelim onu. sen sağdan dal ben soldan

-Kraliçe aşkına saldırınnnn

Yoksa bu arı milleti kendi doğal yaşam alanları olmayan kent merkezi, metro, otobüs gibi yerlerde bile yüzlerce kişi arasından niye beni seçip ikide bir soksunlar. Hayır zamanında gidip arı yuvası bozmuşluğum, kovanlarına sopa sokmuşluğum falan da yok.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

7 Aralık 2011 Çarşamba

Geceleri kapımın önünde nöbet tutan canavarlar

Hatırlıyorum da ufak, ufacık bir çocukken uykumda çişim geldiğinde kalkıp tuvalete gitmek ne zor işti benim için. Odam ile tuvalet arasında, beni yemek için odadan çıkmamı dört gözle bekleyen yaratıklar olduğuna inanıyordum. Tuvalete gitmemek için kendimi sıkıyor da sıkıyor, yatağın içinde dört dönüyordum ama nafile. İyice dolan mesanemin de baskısıyla mecbur yatağımdan çıkıyordum. Dışarıda "Çıksa da yesek"  diye nöbet tutan yaratıklar benim dışarı çıkacağımı anlamasın diye odamın kapısına bir balet gibi parmak uçlarımda  yavaş yavaş gidiyordum. 
  
Usulca kapıya kulağımı dayıyor ve  bir süre koridoru dinliyordum. Koridorda pusu kurmuş yaratıkların benim yataktan çıktığımı farketmediklerine iyice  kanaat getirince; kapıyı hızla açıp koridora fırlıyor ve yaratıklar beni yakalayamasın diye 100 mt koşucuları misali uzun koridorda bir depar atıp tuvalete varıyordum. Tuvalete bir panik girip hızlıca kapıyı kapatıyordum. Soluk soluğa çişimi yapıyor. Yaratıkların "yuh yahu nasıl kaçırdık" diye afallamalarından faydalanmak için fazla beklemeden hemen  aynı hızla odama koşuyordum. Her seferinde yaratıkların ben çok/acayip/felaket hızlı olduğum için beni yakalayamadıklarını düşünüp gururlanıyor, yatağa sağlam dönmenin tatlı huzuru ile yeniden uykuya dalıyordum.

Şimdilerde düşünüyorum da acaba neden odam ve tuvaletin içindeyken kendimi güvende hissediyordum? Buna bir türlü anlam veremiyorum. Koridorda bekleyen canavarlar koridora kadar gelip de nasıl oluyor da odama ya da tuvalete giremiyorlardı? Gerçi boşverin iyi ki odamı ve tuvaleti dokunulmaz bölge olarak görmüşüm yoksa geceler  çok korkunç olurdu benim için.



Not:
Bu arada  yukarıda kullandığım görsel, Amerikalı yazar (çizer) Maurice Sendak'ın 1963 yılında çıkardığı 'Where the Wild Things Are' isimli kitaptan. Bu kitabın geçtiğimiz yıllarda güzel de bir filmi çekildi. Hala okumamış/izlememişseniz kitabı ve filmi bir şekilde edinip okumanızı/izlemenizi tavsiye ederim. Umarım benim gibi seversiniz.


Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

3 Aralık 2011 Cumartesi

Mercimek Çorbası

Çorbalar arasında favorin hangisi derseniz, kesinlikle 'Mercimek Çorbası' derim.  Gerçi her ne kadar ben bu çorbayı yaptığımda arkadaşlarım "Ama bu mercimek çorbas değil ki resmen sebze çorbası olmuş" diye itiraz etseler de  bu çorbayı yapmayı da yemeyi de pek severim. İstedim ki sizler de bu lezzetten mahrum kalmayın. 

Malzemeler şu şekilde; 

- Kırmızı mercimek

- Orta boy  soğan 

- Büyük bir havuç

- Orta boy patates

- Bir tane orta boy  kereviz  (baş kısmı, dilerseniz yapraklarını da kullanabirsiniz, sapları kullanmayın)

- Salça 

- Yağ (Ben zeytinyağ kullanıyorum, siz zevkinize göre kullanın.)

Soğan, havuç, patates, havuç ve kerevizi bir güzel küçük küçük doğruyoruz vitamini kaçacak diye bir korkunuz yoksa doğrudan rendeleyin,
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

30 Kasım 2011 Çarşamba

Fesat


"Askeri sırların özellikleri, kapsadıkları bilgilerin derinliğinden değil birbirine benzemelerinden ileri gelir; yeryüzünde Genelkurmay kadar Kierkegaardçı bir kuruluş yoktur" 

 Paul Nizan , Fesat sf. 69 (Bilgi yay. 1975)
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Seyahat notları

16 Ocak'ta yeni bir Güney Amerika seyahatine çıkacağım. Seyahat boyunca yaşadıklarımı  yeni açtığım seyahat bloğunda elimden geldiğince yazmaya  çalışacağım.  Ama16 Ocağa kadar bloğun boş boş durmasına gönlüm el vermedi. Bu yüzden önceki Güney Amerika seyahatim ile ilgili bazı ilginç şeyleri oraya ekleyeyim dedim. İlk yazım Güney Amerika seyahati planlayan ve Machu Picchu'ya gitmeyi düşünen fakir gezginlerin işine yarayacak bir rehber niteliğinde. Yazıya şuradan ulaşabilirsiniz http://yarbanabiryolculuk.blogspot.com/2011/11/machu-picchuya-ucuza-gitme-rehberi.html


Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Porno

Bir çok şeyi ve olayı hatta kişileri kokular üzerinden etiketleyen bir insan olarak porno film denilince burnuma ister istemez viski kokusu geliyor. Zira hem içki ile hem de porno ile aynı zamanda tanıştım. Ortaokuldayken ailesi Fransa'dan yeni kesin dönüş yapmış bir arkadaşım vardı. Babası pek içki tüketen bir insan olmamasına rağmen devasa bir içki koleksiyonuna sahipti. İçmediği için vitrinde sergiliyordu bu içkileri. Hani şu damacana gibi olan 20 litrelik midir artık 10 litrelik mi bilemiyorum kocaman viskiler, konyaklar, türlü türlü içki vardı vitrinde. arkadaşım ile bütün içkileri 1 sene içinde tüketip itina ile içlerine çay koymuştuk. Biz içkilerimizi doldurup ilginç şeyler bulma hayali ile evi karıştırırdık. Bir gün bu evi talan etme girişimlerimiz sırasında  anne babasının condom zulasını keşfettik.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

29 Kasım 2011 Salı

Karma yasası ve kahpe felek

Küçüklüğümden beri hep karma yasasına benzer bir şeye  -tabii o zaman `My Name is Earl  yoktu karma nedir bilmiyordum- inanmışımdır. Kabaca benim karma yasası şöyle bir şeydi; ben iyi insan olacaktım, ben iyi bir insan olduğum için de evren beni bir şekilde ödüllendirecekti.

Hani bu piyangodan büyük ikramiye çıkması olur, şans eseri ölümsüzlük veren pınara rastlamak olur, düşünce okuma, uçmak, telekinezi, zamanı bükmek gibi yetenekler geliştirmek olur. Yani bir şekilde ben iyilik yapacağım evren de boş durmayıp beni onurlandıracak. Gülmeyin hemen. Ben buna hep ciddi ciddi inanmışımdır.

Bakkaldan mesela çikolata aldım diyelim. çikolatayı yedikten sonra paketi tam yere atacakken. Birden ensem buz kesilip elim havada kalıyordu. Derinden bir ses;

"laforgue atma o çöpü yoksa ödül yerine ceza alırsın"

diyordu. Piyangodan çıkacak trilyonları çatır çatır yemenin hayali ile çikolata paketini yere atmaktan vazgeçip, yakında da çöp tenekesi olmadığı için  hemen cebe atıyordum. Çikolata lekesi olmuş cepler yüzünden annemden kaç kere ceza aldığımın sayısını unuttum.

Diyelim ki bir şey satın aldım ve satıcı bana para üstünü yanlış verdi. Önce içimden aşağılık bir ses

"Hehehe enayiye bak fazla para verdi hehe" derken

Onu bastıran derinlerden gelen davudi ses;

"Laforgue ödülü unutma!" diyordu.

Hemen satıcıya dönüp beyefendi fazla para üstü verdiniz buyrun diyordum.

Mesela markete gidiyorum. 2-3 parça bir şey alıyorum. Poşete koyarken içimden aşağılık bir ses;

"Poşetin içine bir kaç tane de fazla poşet at evde çöp torbası yaparsın" diyor.

Sonra onu bastıran nur efektli davudi ses;

"laforgue ödülü unutma, poşetler çevreyi kirletiyor. sen evrene kötü davranırsan ödül mödül alamaz avcunu yalarsın" diyor.

Hemen titriyorum ve bırakın fazla poşet almayı, satın aldığım 2-3 parça şeyi poşetten çıkarıp, napoşet dışarı çıkıyorum. Tanrım o davudi ses ömrümü kuruttu desem yeridir. Herhalde davudi ses buyurdu diye yaptığım, kendimi engellediğim, kendimi mahrum bıraktığım şeylerin onda birini saysam buradan Patagonya'ya yol olur.

Tamam da ben evrenle aramı iyi tutmak için böyle canla başla çalıştığım halde ne oldu derseniz. Ebenin fötr şapkası oldu derim. Kusura bakmayın ağzım bozuk olduğu için lütfen, biraz sinirliyim bu konuda.

Ulan evren denilen sahtekar! yalancı felek! Tanıdığım ne kadar çakal, pislik, gargamel kılıklı, iago karakterli insan varsa hepsi penisi testisine denk yaşıyor. Para desen verdin. Kariyer desen verdin. Hatta utanmadın yat, kat bile verdin. Ben laforgue kulun seninle arayı hoş tutmak için bu kadar uğraşmışken neden bana böyle davrandın. Çölde kum, gölde su vermedin düdük makarnası kılıklı seni. Kaç gece;

"ulan tenekinezi yeteneğini verdi mi acep evren "

diye bir su bardağının karşısına geçip ıkına  ıkına hareket ettirmeye çalıştım biliyor musun sen hain evren? Benim ki de laf! tabii ki biliyorsun yavşak evren!

Kaç zaman yollarda yürürken belki şimdi evren bana vermiştir bu gücü deyip;  peter petrelli misali pump! diye sıçrayıp uçmak için kastığımı.

Kaç kere hiç bir şey vermedi belki bunu vermiştir diye; karşımdaki insanlara mind trick yapacağım diye maymun gibi dik dik bakıp rezil olduğumu.

Kaç piyango çekilişinde "tamam bu kez benim sıram" diye tüm paramı piyango biletine yatırıp beş parasız kaldığımı da biliyorsun elbette.

Hepsini biliyor ve rahat döşeğinde kıs kıs gülerek bana bakıyorsun  semender kılıklı şebek evren!

Artık yeter!

Ben onu bunu bilmem karmamda biriken tüm mevduatı hemen istiyorum! lamı cimi yok! yeter beklediğim
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Affedersiniz

Kibarlık adına kimi iğrenç, ayıpçı olarak kodlanmış kelimelerin önüne 'affedersiniz' eklenmesi vardır ki bende mide ağrılarına yol açıyor. Çabalıyoprum çabalıyorum ama bu kelimenin bu amaçla  neden kullanıldığını algılayamıyorum.  Kullanıldığı zaman oturduğum yerde hırslanıyor o an devam eden sohbete ilgimi yitiriyorum.

- ben köpeğimi gezdirirken yanımda poşet taşıyorum, affedersiniz kakasını yaptığında hemen poşetle alıp çöpe atıyorum. 

-Affetmiyorum kardeşim. Affetmem. 

Gerçekten senin köpeğin sıçıyor diye neden seni affedeyim ki? Köpeğinin  gayet doğal bir ihtiyacını gidermesine kızmadım ki. Hem bak aferin yanında poşet bile taşıyormuşsun. Ayrıca zaten "kaka" diyerek sıçma eylemini ve boku elinden geldiğince kibarlaştırmışsın, duble kibarlık yapacağım diye ne uğraşıyorsun ki? 

- Sınavdayken affedersin lavaboya gitmem gerekti. Sınav gözlemcisi yasak dedi ve bana izin vermedi. 

-Affetmiyorum! Affetmem de. Lavabo fetişisti seni. 

Tanrım! Tanrım! Bu tipleri hele hiç anlamıyorum. Resmen kombo yapıyor. Aynı cümle içinde hem tuvalet yerine lavabo diyorsun hem de bunu affedersin ile taçlandırıyorsun bu hareketini. Kibarlık denizinde boğul emi! 

-Alnına ne oldu nasıl da şişmiş 

- Ya sorma , geçen gün affedersin banyodaydım, ayağım kaydı düştüm o zaman oldu.

- Vay  köftehor vay! Gözüm görmesin seni bir daha, defol! 


Güzel arkadaşım benim banyoya girdiğin için neden seni bağışlayayım? Asıl düzenli olarak banyoya girmezsen ve bu yüzden burnumun direği kırılırsa sana kızarım. Ne sanıyorsun banyo yapma eyleminden bahsettiğinde, insanların senin çıplak halini düşünüp mastürbasyon yaptıklarını falan mı düşünüyorsun. Ya da daha açık sormak gerekirse; sen ne yapıyorsun banyoda tanrı aşkına! Diğer insanların yapmadığı bir tek senin yaptığın pek ayıpçı bir şey mi icad ettin? O yüzden mi af dileniyorsun.

Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

28 Kasım 2011 Pazartesi

Kadavra



Vücudunuzu kadavra olarak bağışlamak istiyorsanız çetin bir sınavdan geçmeye hazır olun. Zira Türkiye' de vücudunuzu kadavra olarak bağışlamak, kabir azabından beterdir. Bir aralar tıp fakültesinde bir hasta için düzenli kan veriyordum. Yine kan vermek için hastane gittiğim zaman aklıma gelmişken  organlarımı bağışlamak geldi. Hastanenin içinde uzun süre koridor koridor dolaşıp, insanların sorgulayıcı bakışları ile karşılaşıp, organ bağışlamak istediğim için nedense dalga geçen insanlarla gereksiz sohbetler yaptıktan sonra nihayet kendime muhatap bulup gerekli formları doldurdum.
 Organları bağışlamam için gerekli evrakları doldurduktan sonra "Organlar alındığında nasıl olsa gömülecek pek bir şey kalmayacak benden. Niye vücudumu da kadavra olarak bağışlamıyorum ki" dedim kendi kendime. Doldurulmuş hayvanlar misali boşaltılmış vücudum gömüleceğine bari tıp fakültesinde öğrenciler tarafından kullanılsın diye düşündüm. Oradaki görevliye  kalan vücudumu da tıp fakültesine bağışlamak istiyorum dediğimde;
 
"Neden vücudunun oyuncak gibi kullanmasını istiyorsun?" 
"Sen müslüman değil misin?" 
"Kabir azabı çekersin bak günah." 
gibi ilginç tepkilerle karşılaştım. Hatta benim
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Cafe Laforgue'u Bolivya'dan Wara ile açıyoruz


Cafe Laforgue'u Güney Amerika'dan bir Progressive Rock grubu ile açalım istedim. Güney Amerika ve Progressive Rock kelimeleri yanyana gelince çoğumuzun aklına hemen Los Jaivas gelir. Bu gün paylaşacağım grup Los Jaivas değil. Bolivya'dan bir grup 'Wara'.  Bolivya komşuları Arjantin ve Şili'nin aksine Progressive Rock ile ilgili fazla üretimin olmadığı bir ülke. 1971 yılında Arjantin'deki  B.A. Rock festivalinden dönen iki genç bu eksikliğin farkına varıp biz neden yapmıyoruz ki diyorlar.  Bu iki genç yani sonradan grubun vokalisti olacak olan Dante Uzquiano ve Basçı Omar Leon Arjantin-Bolivya sınırında bu grubu kurmaya karar verdiklerinde şüphesiz 40 sene boyunca  onlarca albüme imza atacakları büyük bir maceraya giriştiklerini bilmiyorlardı. İkili yanlarına  Jorge Cronembold,  Pedro Sanjines, Natainel Gonzales ve Calos Daza gibi müzisyenleri de alarak 72 yılında Grubu kurdular. Gruba isim olarak   Aymara dilinde yıldız anlamına gelen 'wara' kelimesini seçmeleri aslında ne tip bir müzik yapacaklarını da ortaya koyuyordu. Grup için müzik yapmak bir kimlik mücadelesiydi. Onlara göre Bolivya'nın gelişmesi yerli kültürü ile barışmaktan geçiyordu. Ancak blue jean ve deri ceketleri ile partiden partiye koşan gençler kendi kültürlerinden uzaklaşmış, kendi kültürlerini küçümser haldeydiler. Bu yüzden o gençleri de etkileyecek, kendi kültürleri ile kucaklaşmalarını sağlayacak bir formül buldular. Ulusal Rock'tı bu formülün adı (Bizim Anadolu Rock'ı çağrıştırıyor sanki). Bu formülü 1973 yılında çıkardıkları ilk albümleri El Inca'da uygulayan grup albüm kapağına da Bolivya'nın başkenti yakınlarında kutsal bir antik yerleşim olan Tiwanaku şehrindeki Puerta del Sol yani güneş kapısındaki kabartmalardan birini koydu. El Inca albümü folk, psychedelic, senfonik ve progressive öğelerin güzel bir harmanıydı .
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

27 Kasım 2011 Pazar

Sinema tarihinin en cool karakterleri

Kendimce bir liste yaptım ama baştan uyarayım "Sen bize cool dedin bunlar maço çıktı" "Hani cool'du bak şu karakter bildiğin ezik" gibi yorumlar istemiyorum. Herkesin cool'u kendine, bunlar benimkiler.  Yunan tanrıları gibi 12 karakterden oluşan listem şu şekilde;

1- Ryunosuke Tsuke ; Listemizin ilk sırasını elbette  Dai Bosatsu toge filminde Tatsuya Nakadai'nin canlandırdığı bu sıradışı samuray almalıydı.Daha sonra film hakkında ayrıntılı bir yazı yazar linkini de buraya koyarım. Bu arada bloğumun fon resmi de bu filmden.




2- Jef Costello;  Japon işi samuraydan sonra listemizin ikinci sırasında fransız bir samuray var. Bloğumuzun girişindeki "Il n’y a pas de plus profonde solitude que celle du samouraï si ce n’est celle d’un tigre dans la jungle … peut-être" cümlesi de bu filmden. Jean-Pierre Melville'in 1967 yılında çektiği  Le Samouraï filminde  Alain Delon'un canlandırdığı her eve lazım katilimiz Jef Costello kuşkusuz
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

26 Kasım 2011 Cumartesi

Üniversiteler ve Kölelik; Türkiye'de arkeolog Olmak


Türkiye'deki arkeolojik kazılarda kazıda çalışan aşçılar, kazma kürek kazı yapan işçiler, bekçiler, mimarlar, servis şöförleri hatta tek görevi çıkan seramikleri yıkamak olan kadın işçiler de dahil olmak üzeri tüm çalışanlar, kazıda çalışan arkeologlardan daha fazla maaş alırlar. İşin tersi bu saydığım kişiler günde sadece 8 saat çalışırken (seramik yıkayan kadınlar 3 saat çalışıyor) arkeologlar sabah 6' dan gece 12' ye kadar çalışırlar. Nasıl oluyor da arkeologlar, kazının asli unsuru olmayan diğer personelden daha az maaş alıyor? Bu süreç nasıl işliyor?

Diyelim ki doktora ya da yüksek lisans öğrencisisiniz ve kazıyı yapan hoca sizi projede (mesela Tübitak) gösterdi. Normalde proje üzerinden Tübitak size burs yani bir anlamda 'Maaş' verir. Verir ama bu parayı hocadan alamazsınız. Hoca bu paranın en az yüzde 70' ine projenin bütçesinin yeterli olmadığını öne sürerek el koyar. Diyelim ki kazıya proje üzerinden gitmediniz ve hoca sizi maaşlı eleman olarak gösterdi. Bu durumda sizi `uzman işçi` olarak gösterir ki bu sayede resmi kurumlardan aldığı bütçeden size en yüksek maaşı verebilsin. Yüksek maaş dediğime bakmayın. Bordroda maaşınız yüksek gözükebilir ama bu kez hoca size kazı başında bir belge imzalatır ya da maaşınızın yatacağı banka kartınıza el koyup maaşınızın yine %70 hatta %80' ine el koyar. Bunu yaparken gerekçe olarak ; kazının fazla bütçesi olmadığı, kazıda çalışan arkeolog ve öğrencilerin maaşlarına el konulmazsa
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Nazilerin barına Che Guevara tişörtüyle girmek

Bogota' da ilk günlerim, Venezuela'dan aldığım Che Guevara tişörtümü giyip vurdum kendimi sokaklara, kenti keşfediyorum. Kentin merkezi ve de turistik semtlerinden biri olan La Candelaria'da bir pasaj var ki içerisi tamamen rock bar dolu. Tanrım burası cennet dedim ve sırası ile bütün barları dolaştım. Zira her tür için ayrı bar var. Birisine giriyorsunuz sırf heavy, birisine giriyorsunuz death. Anlayacağınız her eve lazım bir pasaj. Kolombiya'da da aynı Türkiye'deki gibi kapalı mekanlarda sigara içme yasağı başladığı ve pasajdaki barlarda teras benzeri açık alanlar olmadığı için ikide bir dışarı çıkıp sigara içiyorum. 

Neyse efendim yine dışarıda sigaramı tüttürürken ayaklarında postal bir grup dazlak geçti önümden, kollarında ss bantları, tişört üstü pantalon askısı.. aynı filmlerdeki gibi bildiğin Naziler. Gözlerime inanamadım, "ne oluyoruz fazla mı içtim acaba" diye düşünürken köşeden bir grup daha dazlak çıktı ve diğerlerinin gittiği yöne doğru yürümeye başladılar. Ben de salağım ve meraklı bir türküm ya, Nazilerin ne işi var acaba Kolombiya' da diye bir merak aldı beni. Başladım bunların gittiği yöne doğru yürümeye.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

god-brother.....you lie..


Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

25 Kasım 2011 Cuma

Shinjû: Ten no amijima (Double Suicide)

Japon Yeni Dalga akımının yani Nuberu Bagu'nun önemli temsilcilerinden biri olan Masahiro Shinoda'nın 1969 yılında yönettiği Evli bir kağıt tüccarı olan Jihei ile Koharu isimli bir fahişe arasındaki trajik aşk hikayesini anlatan bu filmin hikayesi aslında Japon Kukla Tiyatrosu (Bunraku) için yazılmış bir oyuna dayanıyor. Ünlü oyun yazarı Chikamatsu Monzaemon'un 1727'te yazdığı Shinjū Ten no Amijima or Shinjūten no Amijima isimli oyundan içinde ünlü Japon besteci Tôru Takemitsu'nun da bulunduğu bir senaryo ekibi tarafından sinemaya uyarlanmış. Tôru Takemitsu Japon sineması ile ilgilenenlerin iyi bildiği bir isim. Onun için Japonların Ennio Morricone'si demek mümkün. Aralarında Ran, Jôi-uchi: Hairyô tsuma shimatsu, Seppuku gibi başyapıtların da bulunduğu 90'a yakın filmin bestecisi olan Takemitsu'nun ilk ve tek senaryo çalışması bu film. Elbette filmin müziklerinde de Takemitsu imzası var. Filmi izlemeden önce kesinlikle Japon kukla tiyatrosu Bunraku hakkında bilgi edinmek gerekiyor. Zira Bunraku geleneği tüm filme damgasını vuruyor.

Bunraku bir diğer ismi ile Ningyō jōruri 1684 yılında ilk defa Osaka'da sahnelenmiş olan bir Japon kukla tiyatrosu tekniği. Oyunlarda kabaca bahsedecek olursak Ningyōtsukai(kuklacılar) tarafından kuklalar oynatılırken arka planda Tayū (karakterlerin bölümlerini okuyan kişi) oyun metnini melodik bir şekilde okur, Shamisen(müzisyen) ise oyunun gidişatına göre dramatik yapıyı güçlendiren melodilerle oyuna eşlik ederler, kafaları dahil bütün vücutlarını örten siyah elbise giymiş Kuroko ismi verilen
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

24 Kasım 2011 Perşembe

Samadhi

Raccomandata Ricevuta Ritorno'dan Luciano Regoli ve Nanni Civitenga , I Teoremi'den Aldo Bellanova ve L' uovo di colombo'dan tanıdığımız davulcu Ruggero Stefani'den oluşan ve 1974 yılında tek albüm çıkarıp dağılan İtalyan Progressive Rock grubu. Yukarıda saydığımız bu tanıdık müzisyenlere ek olarak ilk defa bu grupta gördüğüm Stefano Sabatini (klavye) ve Stevo Saradzic (saksafon ve flüt) de gerçekten iyi iş çıkarmışlar. Kimbilir neden 74 öncesi ve sonrası bu iki müzisyenin isimlerine başka hiç bir grupta rastlayamıyoruz. Sonuç olarak Luciano Regoli'nin vokalleri her zamanki gibi müthiş. İtalyan Progressive Rock'a yeni başlıyorsanız bile pop, jazz rock ve psychedelic dokunuşları ile farklı geleneklerden gelen dinleyicileri de tatmin edecek olan bu albümü korkmadan edinip dinleyin efendim. pişman olmazsınız. 

Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Linux için metin içi arama programı, RECOLL

Recoll, Linux için pdf ve diğer formatlardaki dokümanlarınızı indekslemenizi ve masaüstünde kullanışlı bir arayüz ile anahtar kelimeler üzerinden bu dokümanlar içinde toplu arama yapmanızı sağlayan bir program. Arama kısmına girdiğiniz anahtar kelimenin yer aldığı bütün dosyaları alt alta sıralayıp, yanlarına hangi cümle içinde geçtiğini yazıyor. isterseniz dokümanı açmadan da ön izleme yapabiliyorsunuz.




Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Mastürbasyon


5 yaşlarındayken bir gün halının üzerine yüzüstü yatıp ileri geri sürtünmenin ne kadar muazzam olduğunu keşfettim. Benden başka bir allahın kulunun bilmediğini, benim keşfettiğimi sandığım bu eyleme bir de isim verdim, "Üs" diyordum. Uzun bir süre,  kimseler görmeden güzel güzel 'üs' yaptım. Bir gün her zamanki gibi  televizyon seyredip, üs   yaparken odaya teyzem girdi. Ben hiç istifimi bozmadan üs yapmaya devam ettim. Teyzem "ne yapıyorsun" diye sordu. Gayet normal bir şey yapıyor olmanın verdiği güvenle "üs yapıyorum teyze " dedim. Teyzem anlayamadığım şekilde bana çok kızdı, insanların yanında bunu yapmamam gerektiğini çok ayıp olduğunu. eğer yaptığımı görürse beni pipimden asacağını söyledi. Bu bana ders oldu. Artık insanların yanında bu güzel şeyi yapmamam gerektiğini öğrenmiştim. Ben de gizli gizli yapmaya devam ettim. 
Bir gün o zamanki yakın arkadaşlarımdan biri ile oynarken, bu büyük keşfimi artık insanlık ile paylaşma zamanınım geldiğini düşünmüş olacağım ki lütufkar bir biçimde ona bir şey göstereceğimi ama kimseye söylememesi gerektiğini söyledim. Yattım yere ve büyük bir ciddiyetle nasıl yapılacağını gösterdim. Arkadaşım güldü , küçümser bir tavırla "ben zaten yapıyorum ki" dedi. Tanrım! O an sanki dünyam yıkıldı. Bunu benim bulduğuma o kadar inanmıştım ki .

Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Utanınca ıslık çalmak

Küçüklüğümden beri, aklıma beni çok utandıran bir anım geldiğinde nedendir bilmem hemen ıslık çalmaya başlıyorum. Islıkla çaldığım melodiler ise nedendir bilmem kesinlikle sevdiğim şarkılardan olmuyor. Beni utandıran anılar sahne olarak kafamda canlandığında birdenbire kendimi, Küçük Emrah'ın "hey hey taksi" ya da Yonca Evcimik'in "bandırra bandırra ye beni" şarkılarını ıslıkla terennüm ederken buluyorum. Latimer ıslah etsin beni.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Cin Ali

1968'de basılmaya başlanan Cin Ali serisi yüzünden bu ülkede android beyinli, estetik duygusundan yoksun iki üç kuşak yetişti resmen. Ayşegül serisi misali şeker gibi çizimleri olan çocuk kitapları üretileceğine hangi akla hizmet bu çöp adam külliyatı basıldı anlayamıyorum. 


Sadece çizimler mi sorunlu sanıyorsunuz, cyborglara yaraşır kısa, net emir cümleleri ile konuşan bir garip çöp adamlar dünyasıdır Cin Ali evreni;

"al cin ali. kırbacı topaca sar, yere koy"

"aferin cin ali. topacın iyi döndü. kırbaca iyi vur."

"kaya çetin'e: - vur, çetin vur! topaca kırbacı iyi vur! canlı canlı vur! topacın iyi dönsün. güzel güzel dönsün, dedi."
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Rüya

Aslında gördüğü rüyaları hatırlamayanlar grubundayım. Ender olarak hatırlayabiliyorum gördüğüm rüyaları. Ama küçükken gördüğüm, beni korku krizlerine sokan iki rüyam var ki bu ikisini hayatım boyunca tüm ayrıntıları ile hatırlayacağım sanırım.   

 Bunlardan ilkini 5 yaşlarında gördüm. Rüyamda; evin yakınlarında bir taş köprü var orada arkadaşlarımla oynuyoruz.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Koruk Salatası

İyi bir blog için bol bol yemek tarifi yayınlamanın ne kadar önemli olduğunu farkedip de çiçeği burnunda bloğuma yemek tarifi koymasam olmazdı. Bizim İzmir civarında Koruk Salatası nasıl yapılır anlatarak Laforgue'un Mutfağı yazı serisini başlatalım. 
 
Öncelikle malzemelerimiz;
 
Zeytinyağı 
Acur 
Soğan  
Domates 
Sarımsak 
Koruk  
varsa taze nane ve maydanoz.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Pişmanlık


İnsanlar bazen büyük büyük kelimelerle "yaptığım hiç bir şeyden pişman değilim, hayatımda hiç keşke dediğim bir şey yok" derler ya. işin doğrusu ben de  böyle diyenlerdenim. Pişman olmadığımı anlatırken de  omuruma dikine sopa monte edilmiş gibi dik durmayı ve kelimelerin üzerine basa basa, -her kelimem karşımdakinin kafasına balyoz gibi insin diye- tane tane konuşmayı da unutmuyorum. Sanırım karşımızdaki insanlara, onların aksine ne kadar kendimizle barışık olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz. Ama kazın ayağı öyle değil. 
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

23 Kasım 2011 Çarşamba

Ubuntu 11.10'da Nautilus'a terminal uygulaması yerleştirmek


Ubuntu 11.10'unuzu kurduktan sonra Nautilus'a terminal gömmek istiyorum derseniz şunları yapıyoruz;


öncelikle "ctrl+alt+t" yaparak terminali açalım ve aşağıdaki kodları girelim (çizgiler yok elbette) ;

                                             ____________________________

                sudo add-apt-repository ppa:flozz/flozz
                sudo apt-get update
                sudo apt-get install nautilus-terminal

                                               ____________________________

                                        
Nautilus-terminal uygulamasını kurduk, şimdi  terminale;

                                             ____________________________
               nautilus -q  
                                             ____________________________


yazıp enter tuşuna bastığımızda nautilus yeniden başlatılacak ve bundan böyle Nautilus penceresinde nurtopu gibi bir terminalimiz olacak.



Eğer "Ben terminal Nautilus'a gömülü olsun istiyorum  ama öyle  sürekli de göz önünde olmasın  ben isteyince meydana çıksın" diyorsanız, kolayı var;
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Ekşi Sözlük logosundaki siyah bant



Biraz önce Ekşi Sözlük'teki hesabımı kapattım. Çoğunuz bir süredir Ekşi Sözlük yazarlarına karşı birbirinin peşi sıra davalar açıldığını biliyorsunuz. En son Haziran ayının sonlarına doğru bir yazarın bilgilerinin Ekşi Sözlük tarafından savcılığa verilmesiyle birlikte bir dizi olay yaşanmış, Ekşi Sözlük LTD'nin ben görmedim, bilmiyorum, duymaya ve bir şey söylemeye de niyetim yok tutumu yüzünden bir çok yazar sözlük hesaplarını silmişti.

En son Mehmet Baransu tatsızlığında da Ekşi Sözlük yönetimi (şirket), tavırsızlığını ne yazık ki değiştirmedi. "Allah yok, din yalan" türü beyanların hakaret kabul edilmesinin acayipliği bir yana, sansüre karşı mücadelede bir taraf olduğunu her fırsatta söyleyen, ekşi sözlük logosuna siyah bant çekerek bunu cümle aleme duyuran ekşi sözlük yönetimi, nedense Twitter ve basında, bahsi geçen yazarlar üzerinden linç kampanyası düzenlenirken yani sorun tam da ifade özgürlüğü iken dut yemiş bülbül gibi davranmakta sakınca görmedi.
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş

Git

















Por eso vuelvo y me voy,
vuelo y no vuelo pero canto:
soy el pájaro furioso
de la tempestad tranquila.


(Neruda)
Paylaş/Kaydet/Takip et Paylaş
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...